Cahit Kılıç: Demokrasi, Hukuk, Adalet ve Eşitlik: Kimin Görevi?

Cahit Kılıç 29.10.2025 19:02:06

Bu makale, hukukun üstünlüğü ile adaletin ve eşitliğin iç içe geçmiş doğasını sorgularken, felsefî temellerden tarihsel örneklere uzanan bir eleştirel çerçeve sunar. Yani, siyasî bir amacı yoktur; bir analizler manzumesidir.

Hukukun Üstünlüğü mü, Üstünlerin Hukuku mu?

Modern hukuk sistemlerinin temel iddiası hukukun üstünlüğüdür. Ancak bu ilke, pratikte sıkça üstünlerin hukukuna dönüşür. Yasalar, eğer yalnızca iktidar sahiplerinin çıkarlarını koruyorsa, adalet değil tahakküm üretir. Hukuk, adaletin aracı değilse, meşruiyetini yitirir.

Demokrasi, Hukuk, Adalet ve Eşitlik: Kimin Görevi?

“Demokrasi olmadan hukuk, hukuk olmadan adalet, adalet olmadan eşitlik olmaz” manzumesi, bir zincirin halkaları gibi birbirine bağlıdır. Bu zinciri kurmak yalnızca siyasetçilerin değil, toplumun kolektif vicdanının görevidir. Temel kıstas, kamusal aklın ve maşerî vicdanın işlemesidir. Siyasetçi, halkın etik taleplerini temsil etmediğinde, hukuk yozlaşır; adalet, bir retorik süsü olur.

Platon ve Aristoteles: Demokrasiye Felsefî Eleştiriler!

Platon, demokrasiyi “çoğunluğun azınlığa tahakkümü” olarak tanımlar. Ona göre, halkın yönetime katılımı bilgiye değil, arzulara dayanır; bu da kaotik bir yönetim doğurur. Aristoteles ise daha dengeli bir yaklaşım sunar: Politeia kavramıyla, halkın ve elitlerin ortak yönetime katıldığı bir denge rejimi önerir. Platon’un eleştirisi elitisttir; Aristoteles’in çözümü ise daha kapsayıcıdır.

Rousseau’nun Eşitlik Anlayışı!

Jean-Jacques Rousseau, Toplum Sözleşmesi’nde eşitliği, doğuştan gelen hakların korunması olarak değil, toplumsal ilişkilerdeki adil düzenlemeler olarak tanımlar. Ona göre özgürlük, ancak eşitlik varsa mümkündür; çünkü eşit olmayanlar arasında özgürlük, güçlü olanın tahakkümüne dönüşür. Genel irade, bireysel çıkarların üstünde olmalı; aksi hâlde toplum, parçalanır.

Sosyal Eşitlik: Hukukçuların da Sorumluluğu!

Sosyal eşitlik yalnızca siyasetçilerin değil, hukukçuların da etik sorumluluğudur. Hukuk, yalnızca normlar bütünü değil, aynı zamanda ahlâkî bir düzenin taşıyıcısıdır. Hukukçular, adaletin vicdanını temsil eder; aksi hâlde hukuk, bir teknik manipülasyon aracına dönüşür.

Despotizm ve Hukukun İhaneti!

Despotik rejimlerde hukukçuların otoriteye biat etmesi, maşerî vicdanı derinden yaralar. Nazi Almanyası’nda yargıçlar, Hitler’in emirleri doğrultusunda kararlar vererek hukuku bir şiddet aracına dönüştürdü. Sovyetler’de Stalin döneminde hukuk, muhalifleri yok etmek için kullanıldı. Bu tür ihlaller, zamanla toplumsal isyanlara yol açar; çünkü adaletin yokluğu, halkın varoluşsal güvenliğini tehdit eder.

Basın Özgürlüğü ve Totaliterleşme!

Anayasa’da güvence altına alınmış basın özgürlüğü, totaliter rejimlerde yok sayıldığında, halkın bilgiye erişimi kesilir. Stalin rejiminde medya, propaganda aracına dönüştü; muhalif sesler susturuldu. Bu durum, toplumun eleştirel düşünme kapasitesini felç eder ve uzun vadede rejimin meşruiyetini zayıflatır.

Mülkiyet Hakkının İhlali: Tarihsel İğretilik!

“Mülkiyet hakkı kutsaldır” ilkesi, liberal hukuk sistemlerinin temelidir. Bu hakkın keyfî biçimde ihlali, hukukun temellerini sarsar. 1917 Bolşevik Devrimi’nde özel mülkiyetin kaldırılması, büyük toplumsal travmalara yol açtı. Benzer şekilde, Nazi rejimi Yahudi mülklerine el koyarak hem ekonomik hem ahlâkî bir çöküşe neden oldu.

Bu bağlamda, hukuk, yalnızca normlar değil, vicdanın ve aklın ortak ürünü olmalıdır. Hukukun üstünlüğü, ancak adaletin ve eşitliğin teminatı olduğunda anlam kazanır. Aksi hâlde, hukuk bir tahakküm aracına dönüşür ve bu dönüşüm, toplumun ruhunu yaralar.

Hukukun rayından çıkması: Psikolojik ve kültürel travma yaratır mı? Birey veya toplum kendi hukukunu tesis etme arayışına girer mi?

Kesinlikle evet. Hukuk, toplumsal güvenin temelidir. Hukukun işlemediği veya keyfî uygulandığı toplumlarda bireyler kendilerini korunmasız, değersiz ve tehdit altında hisseder.

Bu durum:

  • İkincil travmalar yaratır: Sadece doğrudan mağdurlar değil, olaylara tanık olanlar da psikolojik etkilenir.
  • Toplumsal kimlikte erozyon başlar: Hukukî güvencenin yokluğu, bireylerin aidiyet duygusunu zayıflatır ve kültürel çatışmaları körükler.
  • Kolektif depresyon ve güvensizlik gelişir: Özellikle uzun süreli hukuksuzluk, toplumun geleceğe dair umutlarını törpüler ve pasifleşmeye ya da radikalleşmeye yol açar.

Bu travmalar, sadece bireysel ruh sağlığını değil, kültürel üretimi, sosyal ilişkileri ve siyasal katılımı da etkiler. Hukuk, sadece normlar bütünü değil; aynı zamanda bir psikolojik emniyet kuşağıdır.

Hukukun savsaması, adaletin yitimi ve rejim değişikliği: 

Hukukun devlet otoritesine tabi kılınması, adaletin yitimiyle birlikte halk, kendi adaletini tesis etme arayışına girer. Bu arayışın başarısız olması durumunda:

  • Toplu isyanlar başlar.
  • Anarşi ve otorite boşluğu oluşur.
  • İktidar veya rejim değişikliği kaçınılmaz hâle gelir.

Genel Görüşüm:

Hukuk, yalnızca normatif bir sistem değil; aynı zamanda toplumsal ruhun taşıyıcısıdır. Hukuk rayından çıktığında, toplumun ruhu da raydan çıkar. Bu raydan çıkış, önce bireysel travmalarla başlar, sonra kültürel çözülmeye ve nihayet siyasal patlamalara dönüşür.

Sonuç Olarak:

Hukuk, yalnızca yazılı normların toplamı değil; toplumun vicdanı, ahlâkı ve tarihsel hafızasıdır.

Demokrasi, çoğunluğun tahakkümüne değil, çoğulculuğun teminatına dönüşmediği sürece; adalet, yalnızca iktidarın sopası olur.

Eşitlik, Rousseau’nun dediği gibi, özgürlüğün ön koşuludur; mülkiyetin kutsallığı, ancak hukukla korunduğunda anlamlıdır.

Basın susturulursa halk körleşir; hukukçular otoriteye biat ederse toplum sağırlaşır. Tarih, hukukun ihanet ettiği her dönemde, halkın ya isyanla ya da çöküşle cevap verdiğini gösterir.

Bu yüzden hukuk, üstünlerin değil, vicdanın ve aklın hizmetinde olmalıdır. Aksi hâlde, toplumun ruhu yaralanır ve bu yara, yalnızca devrimle değil, bazen sessiz bir çürümeyle de sonuçlanır.

Yazarın Diğer Yazıları