Aydın Olmak ve Hakikat!

Cahit Kılıç 15.03.2023 18:56:00
Son iki gündür sosyal medyada kaleme aldığım iki yazıyı aşağıya alıyorum…

Birinci yazı:

Çok yazdım:
Bir ya da birden fazla diploma sahibi olmak,
Akademik unvan sahibi olmak,
Mevkutelerde köşe sahibi olmak,
Roman, hikâye, şiir yazmak,
TV ekranlarında bağırıp çağırıp ahkâm kesmek,
Herhangi bir mecrada insanlara akıl vermek,
İlâ ahir…
Bunlara haiz olmak, AYDIN olmak için yeterli değildir.
***
Öbür türlüsü için teşhisi koyan koymuş zamanında:
KİTAP YÜKLÜ EŞEK!
Bu fakirin gözleri, nice ümmî (okur yazar olamayan) insanlar gördü. Ki, hepsi vicdan sahibi gerçek aydınlardı…
Evet, gûşe-i mundarında yardakçılık yapan, sosyal medyada amigoluk yapan okumuş lümpenlere inat, hiç okumamış ama her şeyden önce vicdan sahibi olmuş gerçek AYDINLARA selâm olsun!
Selâm olsun, okumuş, okumamış tüm vicdanlı insanlara…
***
Veyl onlara ki, vicdan ne demektir bilmiyorlar!
Aydınmış gibi numara yapanlar, Ma’ûn suresinde işaret edilen, gösteriş için namaz kılanlardan farklı değiller…
Allah kelâmıdır: “Veyl o namaz kılanlara ki, namazlarında yanılmaktadırlar. Onlar ki, gösteriş yaparlar!”
***
Aydın, teslimiyetçi olmaz!
Aydın, hakkı inkâr etmez!
Aydın çıkarını gözetmez!
Aydın, Ehl-i Beyt İmamları gibi olur. Ne Emevî, ne de Abbasî hükümdarlarına boyun eğdiler. Dik durdular, teslim olmadılar ve şehit oldular!
Aydın, Abu’zer gibi olur. Çöllerde aç ölmeyi göze alır, zalime teslim olmaz!
Aydın, Ebu Hanife gibi olur. Zalimden yana olmaz; zindanlarda dövülerek can verir.
Aydın, Jean-Paul Sartre gibi olur; Haksız yere Cezayir’in işgaline karşı çıkar, hainlikle damgalanmaktan çekinmez!
Aydın, Emile Zola gibi olur. Teğmen Dreyfus davasını, bir mektupla yeni baştan başlatır, masum bir insanı ömür boyu zindanda yatmaktan kurtarır…
***
Amigodan aydın olmaz!
Haksızlığa karşı susup dilsiz şeytan olandan AYDIN olmaz!
AYDIN, bir despotun eteğine yapışmaz, Hakk’ın eteğine yapışır..

İkinci yazı

Bu, bir ithama cevaptır…

Biz, hakikatin peşindeyiz! Kırıntıları da olsa, fikir üretmeye gayret ediyoruz. Derdimiz lâf ebeliği değil…

Yıllar önceki bir yazımdan:

Namık Kemal merhuma atfen söylenir:

“Barika-i hakikat müsademe-i efkârdan doğar…”
(Gençler için sadeleştireyim: Hakikat (gerçeklik) kıvılcımları, fikirlerin çarpışmasından doğar!)
Doğrudur…
Amma velâkin, müsademeye giren taraflardan birini zindanlara doldurur veya imkânlarının önüne kale hisarları çekerseniz…
Diğer taraftakiler, ancak Don Kişot gibi yel değirmenleriyle müsademeye girerler…

Tefekkürleri de ancak Sanço Panço mesabesinde kalır…

KISSADAN HİSSE: Fikrin varsa, gel çık karşıma. Yoksa, sen de Sanço Panço tefekkürlüsün demektir…
(Sanço Panço’nun kim olduğunu bildiğinden de emin değilim!)
***
Biz, her şeye rağmen…
Hak sözümüzü demeye devam edeceğiz. Sinek vızıltıları bizi rahatsız etmez!
Aynı yazıda şu notu da düşmüşüz:
Fikir dediysek; nadanların, herzevekillerin dehân-ı kebirinden etrafa saçılan tükürük ifrazatı olsun demedik.

Hakikat süzgecinden süzülen dürr-ü yektalar ve bizzat hakikatin ta kendisi olsun.

Onu da Mehmet Akif merhum şöyle açıklıyor:
“Budur cihanda benim en beğendiğim meslek;
Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek…”

Aynı yazıda bir de şu notu da düşmüşüz…

Bir düşünürün tespiti:
“En hayret verici görüşlerden biri, bir insanın, bağımlı insanlardan bağımsız fikirler beklenmesini hayâl etmesidir…”
Fehim?