İkinci Dünya Savaşı'nın ertesinde enkaza dönüşmüş hâldeki Avrupa milliyetçiliği, yaslandığı ölçü-değerlerin çoğunu kaybetmişken iki isim oluşan vakumu doldurmak noktasında sivrilir: İtalyan düşünür Julius Evola ve Yunan asıllı Fransız yazar Savitri Devi Mukherji (Maximiani Julia Portas).
Hem Evola hem de Devi ezoterik yönelimleri baskın figürler. Aslında bu yönleriyle 1945-sonrası süreçte öne çıkmaları tesadüfî sayılmaz. Çünkü Avrupa'da milliyetçilerin altındaki "madde" zemini topyekûn kaymıştır. Ekonomik kalkınma baş döndürücü hızda ve büyüme süreklidir. Dolayısıyla tutunulacak yegâne dal olarak "mânâ" planı kalmıştır.
Döngüsel Hindu kozmolojisine fevkalade aşina olan Evola ile Devi'nin bir ortak noktası, insanlığın "Kali Yuga" devresinde bulunmasına ilişkindir. Bir yozlaşma, çözülüş ve hatta çöküş dönemini temsil eden Kali Yuga ("Karanlık Çağ" yahut "Demir Çağ"), aşkın nitelikteki arayışların yerle yeksan edildiği, ahlâkın ve erdemin terk edildiği bir devredir. Karanlıklara bulanmış olan Kali Yuga aynı zamanda kozmik kötücül güçlerin çoğaldığı, iyicil güçlerin ise bastırıldığı bir zaman aralığını simgeliyor.
Evola ile Devi insanlığın Kali Yuga'yı idrâk ettiğine kâni olsalar da "çıkış"ı ayrı yerlerde arıyorlar. Söz konusu çatallaşma -her ne kadar ilk bakışta ezoterik yorumlama farklılıklarına dayanıyorsa da- son tahlilde gayet somut bir siyâsî açılımlar demetinin yerleşmesine öncülük ediyor.
Dahası, bu durum 1945-sonrası Avrupa'da milliyetçiliğin/milliyetçilerin tarihsel yolculuğunu birinci elden yoğurdu ve hâlâ da yoğuruyor. Mevzubahis seyirde Avrupa'daki genel milliyetçi anlayışın İslâm ve Müslümanlarla dair yaptığı müspet yahut menfi projeksiyonların mahiyeti de değişkenlik arz ediyor.
1990'lı yılların sonlarına değin Avrupa milliyetçileri nezdinde ciddi bir İslâm-Müslüman sempatisi göze çarpıyor. Bu dostâne yaklaşımlar aynı zamanda net bir Filistin taraftarlığı ve anti-Siyonist pozisyonlarla pekişiyor.
2000'li yıllarla birlikte ise belirleyici bir "U dönüşü" gerçekleşiyor. "Kıta Avrupa'sı" dışından gelen bazı cereyanlar ve değişen dünya konjonktürü milliyetçiliği bir dizi metamorfoza zorluyor.
Gelin, Evola ve Devi'nin kendi şahıslarında ete kemiğe büründürdükleri mektep farklılığını ve bu farklılığının Avrupa milliyetçiliği-İslâm/Müslümanlar ilişkisini zaman içinde nasıl formatladığına hep beraber göz atalım.
Yaygın (ve yanlış) kanının aksine, Evola hiçbir zaman "klâsik" anlamda faşist yahut nasyonal-sosyalist olmadı. Biyolojik ırkçılığı daima reddetmiştir ve hatta bunu savunanları "gerilemecilik"le suçlamıştır.
Bir çeşit "ruhî/zihinsel ırkçılık" prensibine çok daha yakındır ki, bu noktada çoğunlukla "burjuva zihniyeti" hedefindedir. Paganizmi şiddetle anti-Hristiyan muhteviyatta ve fakat mutlak "metafizik" niteliktedir.
Elbette Evola'nın da bu kanının yaygınlaşmasında payı yok değil. Faşist İtalya'nın önde gelen dergilerinde yazıyor. Her şeyin ötesinde Almanya'da bir dizi seminer veriyor. Fakat Evola'nın "aristokratik" ve "ulus-üstü" eğilimleri o denli kalın ki, bu tavrı ona SS istihbaratınca "gerici" yaftası vurulmasına mâl oluyor. Evola, nasyonal-sosyalizmin "içte küçük-burjuva muhafazakârlığı refleksleri barındırdığı"nı söylerken, 1930 yılında faşizme dair şu satırları kaleme alıyor:
Faşist veya anti-faşist değiliz. Antifaşizm zaten berbat bir şey. Ancak avama yaslanan, milliyetçi ve partici bir faşizm de çözüm için kifâyetsiz.
Anlaşılacağı üzere, Evola "milliyetçi" de değildi. Milliyetçiliği araç olarak önemli görse de ideolojik olarak çok mesafeliydi.
Esasen, Evola -René Guénon'dan aldığı ilhamla- "Tradisiyonalist"tir yani "Gelenekçi". "Tradisyon" kelimesi Latince "tradere"den geliyor ve "nakletmek" anlamında kullanılıyor.
Ezelî bir "kurucu ân"dan süzülen aşkın bir kültürel içeriğin Tarih içindeki nakli esprisi önemlidir. Kendini sürekli hatırlatan ve zenginleşerek geleceğe taşınmak isteyen bir çeşit "kolektif hafıza"dır. Evola'nın da özümsediği ve ezoterik plandaki "Tradisyon" işte budur.
Ve Evola'nın "Tradisyonalizmi"nde İslâm'ın müstesna bir yeri olagelmiştir. Evola, İslâm dinini "İlksel Gelenek"in "en yüksek ifâdelerinden biri" olarak görüyordu. "Aşkınlığın çok yoğun yaşandığı ve serdedildiği bir din" olarak tarif ettiği İslâm'ın şahsında Evola, "tek-tanrıcılığın şahikasını" tespit ediyordu.
Evola'nın İslâm'ı Yahudilikten ve Hristiyanlıktan tamamen farklı algıladığı vurgulanmalı. İslâm dinindeki "Fıtrat", "Tevhid" ve "Cihad" kavramlarının "İlksel Gelenek"le müthiş bir uyum içinde olduğunu pek çok defalar belirtir.
Bilhassa "Cihad"a ve onun da ötesinde "Büyük Cihad"a hususî bir ağırlık atfediyor, onu kadim (ve kendi deyimiyle "Aryan") "ruhçu savaşçılık" prensibinin kemâle erdirilmesi şeklinde telâkki ediyordu.
Tasavvufla içli-dışlıydı. On İki İmamcı mektebe ise dost meclislerinde methiyeler düzüyordu. "Laik-seküler" vasıflı hareketlerden hiç hazzetmediği muhakkak not düşülmeli.
Örneğin Mısır'da Cemal Abdülnasır'a karşı Müslüman Kardeşler'i desteklediği, Suudi Arabistan'daki itikâdî disiplini övdüğü pek bilinmez ve daha önemlisi bilinse de söylenmez.
Keza İslâm ve Arap coğrafyasında bir dönem palazlanan milliyetçi-sosyalist hareketleri "komünizme hizmetkârlık"la eşitlediği, bu tipteki bağımsızlıkçılığın Batı'nın kültürel-zihinsel işgaliyle sonuçlanabileceğini yazdığı da öyle.
Evola, en "fanatik bağlıları" tarafından dahi "yanlış" yahut "eksik" anlaşılabilen bir düşünürdü ve hep öyle kaldı. Buna rağmen, İslâm'a ve Müslümanlara bakışı Kıta Avrupa'sındaki milliyetçiliği de milliyetçileri de uzun süre kapsadı.
İtalya'dan Fransa'ya, Belçika'dan Avusturya'ya; en "legal" partilerden en "illegal" grup ve kişilerine değin Evola'nın nüfuzu kesindir.
İtalyan Sosyal Hareketi'nden Claudio Mutti ve Franco Freda… İsviçre'de Ahmed Huber… Belçika'da Jean-François Thiriart… Fransa'da Maurice Bardèche, eski Ulusal Cephe partisinden François Duprat ile Christian Bouchet ve Arnaud Guyot-Jeannin…
Ve hatta Kıta-Avrupa'sından da taşarak, Birleşik Krallık'ta Derek Holland… Dahası, buralardan Jean-Marie Le Pen'lere, Jörg Haider'lere uzatılabilecek uzun, çok uzun bir zincir…
Mutti, Evola'dan ve dahi Libya'da Kaddafi'den ve İran'da Ayetullah Humeyni'den etkilenip Müslüman olan eski bir İtalyan neo-faşisti. Taliban'a ve Hamas'a omuz verici çizgide dergileri var.
Mutti, İtalya'da milliyetçi sağ-İslâm dayanışmasının en bilinen-tanınan yüzlerinden. Şia'ya meyilli olduğu, hatta bu hat üzeri dernekleşme faaliyetleri içinde olan diğer Evola'cı muhitle yardımlaştığı biliniyor.
Franco Freda İtalya'da sıkı bir Evola'cı. Vaktiyle şiddet eylemlerine de girişmişti. Evolacılığı bir dönem Maoist pratikle harmanlamaya kalkıştıysa da bizzat Evola'nın muhalefeti (hatta hışmıyla) karşılaştı. Filistin özgürlüğünün bayraktarlığını üstlenen isimlerden biri.
İsviçre'de Ahmed Huber sosyalist bir gazeteciyken 1960'lı yılların başlarında Cenevre-merkezli bir Müslüman Kardeşler eğilimli camide -paradoksal olarak Arap milliyetçiliğinden etkilenerek- Müslüman oluyor.
Evola'nın düşünsel izlerini taşıyor. Vaktiyle Humeyni'ye desteğini açıkça bildirmiştir. Sonraları El-Kaide'ye finansal destek vermekle suçlandı ve çeşitli uluslararası yaptırımlara uğradı.
Belçika'da Jean-François Thiriart anti-laik hareketlerden deyim yerindeyse nefret eden, ezoterik-pagan arayışları olan (bu da bir tefsir koluydu) bir Evola'cıydı. Birleşik Krallık'ta Derek Holland köktenci bir Katolik'tir ve fakat Evola'cı prensiplere de sadıktır.
Kaddafi'ye ve Humeyni'ye hayrandı. Fransa'da Maurice Bardèche (büyük bir Baas hayranı ve destekçisi), Christian Bouchet (nasyonal-sosyalist mistisizme ve Aleister Crowley'e ilgi duyan bir Ulusal Cephe yöneticisi -ki burada Müslümanları/göçmenleri savunmaya gayret etmiştir) ve en önemlisi, François Duprat (1970'lerde Ulusal Cephe'nin iki numarasıydı ve Türkiye'ye de çok meraklıydı) gibi Evola'cı örnekler var. Keza Katolik gazeteci Arnaud Guyot-Jeannin de İslâm dinini modernitenin sapmalarına karşı müttefik addeder.
Bunlar entelektüel Okyanus'un loş odaları.
Ana-akım siyasetin aydınlığına daha yakın bölgelerde ise şüphesiz Avusturya'da elinde tespihle poz vermekten dahi kaçınmayan ve gerek Libya'da Kaddafi'yle gerekse Irak'ta Saddam Hüseyin'le dostluk köprüleri kuran Jörg Haider vardı.
Fransız Jean-Marie Le Pen'in 1990'lı yıllarda Altınoluk'ta rahmetli Necmettin Erbakan'la yaptığı dostâne görüşme zaten herkesin malûmu. Yine Macaristan'da Jobbik Partisi lideri Gabor Vona'nın "İslâm dini, küreselciliğin ve liberalizmin karanlığına karşı insanlığın son umududur" deyişi unutulmuş değil.
Takvimler 2000'li yılları gösterene değin Evola'nın "İslamofil" çizgisi Kıta-Avrupa'sındaki milliyetçi "galaksi"ye -bazı karşı-örnekler ve istisnalar olsa da- önemli ölçüde hükmetti. Evola'cı damara bugün hâlâ yer yer rastlansa da ("modern yozlaşma"ya karşı İslâm'ı ve Müslümanları müttefik sayma başta) parametreler oldukça değişti.
Değişimin pek çok sebebi var kuşkusuz. Kıta-Avrupa'sının aldığı kitlesel göçle birlikte Müslüman işgücünün "yerli proletarya"yı tehdit etmesinden 11 Eylül saldırılarının tetiklediği dinamiklere kadar çeşitli faktörler sıralanabilir.
Öte yandan 1945-sonrası gelişen iki damardan biri Evola'nın uhdesiyken, diğerinin de Savitri Devi'nin kanatları altında büyüdüğünü unutmamak – dahası, hatırlamak elzem. Çünkü bu "dönüşümün" temelinde, derinlerinde bir yerlerde (bilhassa Anglosakson âleminde) Devi ekolünün "mutlak" bir rolü var.
Savitri Devi gençliğinde Ortodoks bir Hristiyan iken hac için gittiği Kudüs'te kendisine şu soruyu soruyor:
Kendi toprağımız olmayan ve içinde bizim insanımızın yaşamadığı bu ülkede niye yerlerde sürünüyor, yakarıyoruz?
Ardından dinini terk ediyor ve Antik Yunan'a yoğunlaşıyor. Filizlenen pagan hevesleri onu Hindistan'a yönlendiriyor ve burada bir Hint milliyetçisiyle evleniyor. Hint milliyetçi kuramı Hindutva'nın kurucusu Vinayak Damodar Savarkar'la mektuplaşması var.
Nasyonal-sosyalizme de ilgisi burada başlıyor. Hindu oluyor. Hindistan'daki festivalleri, karnavalları, ritüelleri, tanrılara adanmış mabetleri tarif ederken, Devi şöyle diyor:
Burada kaybettiğimiz Avrupa'yı görüyorum. Hristiyanlık gelmeden evvel Avrupa'mız da işte böyleydi.
Devi, disiplinli bir vejetaryen ve iştahlı bir hayvan hakları savunucusu. Semavî dinlere düşman ve Yahudiliği de bu düşmanlığın ilk halkası olarak görüyor.
Devi'ye göre Yahudiler, çağın "kötücül güçleri". Militan paganlığı onu Hitlerciliği kendine göre yorumlaya itiyor.
Devi, Hitler'in Hindu tanrısı Vişnu'nun bir avatarı olduğunu iddia ederek "ezoterik Hitlerciliğin" temelini atıyor. Nasyonal-sosyalizmde kötülüğe karşı iyicil güçlerin "mukavemeti"ni seziyor.
1945'te savaş sonrası enkaza dönmüş Almanya'ya gidip oradaki Alman halkına moral aşılamaya yönelik propaganda yapıyor. Tutuklanıyor.
Serbest kaldıktan sonra Fransa, Birleşik Krallık ve nihayet ABD safhaları var. ABD'de "Dünya Nasyonal Sosyalistler Birliği"nin kuruluşunda aktif. Anglosakson dünyasındaki yeraltı devrimci örgütleri ideolojik planda besliyor.
Buralara yönelik yazıyor, çeviriler yapıyor ve mülakatlar veriyor. 1982'de Fransa'da vefat ettiğinde ise külleri muhafaza edilmek üzere Amerikan Nazi Partisi'nin mülküne gönderiliyor.
Devi'nin fikirlerinin uzun süre unutulduğu kıta-Avrupa'sına dönüşü 2000'li yılların başına tekabül eder.
Bu, şaşırtıcı değildir zira bağlam elverişlidir. Avrupa'da proletarya Müslümanlaşırken bunun doğurduğu toplumsal basınç siyasallaşmıştır. Akabinde 11 Eylül saldırıları gözleri bütünüyle ABD'ye ve "Amerikan örneği"ne çevirmiştir.
Bu esnada bireyselleşme almış başını yürümüş, Hristiyanlığa aidiyet zayıflamış, cinsel devrim yaygınlaşmış, ekolojik hassasiyetler ivme kazanmıştır. Savitri Devi, tüm bu verilerin ışığında, dönüşen Avrupa radikal sağı için sanki "zamanın ruhu" tarafından "davet almış" gibidir.
Devi'nin siyâsî paganizminde beyaz ırk vardır, ekoloji vardır, cinsel özgürlük vardır, kötü-iyi ayrımı vardır – bütüncüldür. Fakat bu paganizm, aynı zamanda Evola'nın 1936 yılında dikkat çekip eleştirdiği "aşkınlıktan arındırılmış" bir paganizmdir.
Dahası, Devi'nin "varoluşsal" Yahudi karşıtlığı bu vesileyle alabildiğine törpülenmiş (o nasıl mümkünse?) ve hatta Hindulukla perdelenmek suretiyle İslâm karşıtlığıyla ikâme edilmiştir.
Devi'nin İslâm karşıtı olduğu doğru. Hatta 1939 yılında kaleme aldığı "Hintlere Bir Uyarı" başlıklı kitabında "büyüyen Muhammedî demografi tehlikesi"nden bahsetmiş ve şayet Hindular "vaktinde uyanmazlarsa" çok yakın bir gelecekte Hinduluğa "bugün Avrupalıların Antik Yunan'a baktıkları bir nostaljiyle" bakacakları ihtarını yapmıştır. Ancak bu karşıtlığın onun Yahudi karşıtlığından daha şiddetli olduğu çok yanlış. Oysa bugün Devi'nin çekildiği zemin tam olarak budur.
Avrupa'da milliyetçilik (sağ popülizm vb.) -son derece tuhaf bir biçimde- Savitri Devi'yle bir "arınma fırsatı" yakaladı. Bu sâyede İsrail'le barıştı ve ezoterik Hindu köklerini ihyâ etti. Hindutva'yla buluştu ve ortaklaştı. İslâm'ı ve Müslümanları "Kali Yuga"nın 21'inci yüzyıldaki "kötücül güçleri" olarak tasnif ve ilân etti.
Devi'nin ismini "açıkça geçirmek" hâlâ tabu olsa da fikirleri tümüyle demokratikleşti. Amerikan sağından Avrupa sağına, gölgesinde toplanan aktörler var. Bugün Ortadoğu'da İsrail'e her şart ve koşulda destek çıkan, Hindistan'ın İslâm ve Müslüman karşıtı devlet politikalarına alkış tutan sağ-popülist parlamenterlerin, partilerin ve dahi aktivistlerin gitgide kalabalıklaştığı su götürmez bir gerçek.
Evola ismi ise emperyalist devletlerin ideologlarının elinde adeta oyuncaklaştı. ABD'de Steve Bannon, Rusya'da ise Aleksandr Dugin Evola'yı kendi ideolojik menfaatleri doğrultusunda "eğip büküyorlar".
"Yahudi-Hristiyan değerleri"nin "yılmaz savunucusu" Bannon, Evola'yı tüm yazılarında sahiplenirken (Evola'yı bilenler için şu cümle dahi meselenin absürtlüğünü ortaya koymaya yeter), Dugin Evola'yı Rusya'nın Ortodoks pan-Slav yayılmacılığına meşruiyet kazandırmak, Avrupa'nın içlerine sirayet etmek ve İslâm ülkelerindeki (sekülerleşmiş yapılar üzerinden) kabiliyetini artırmak için bir "ideolojik kalkan" olarak kullanıyor.
İşte sanırım fikirlerin bütün kuvveti de zafiyeti de burada.
Bir taraftan Tarih'i şekillendirirken diğer yandan da Tarih'in şeklini alıyor.