Hezimetin kaç Tonu Olabilir?

Fehim Taştekin 16.01.2020 00:00:00
/Gazeteduvar

Türkiye kendisini kuşatan ateş çemberinde barışı mümkün kılacak herhangi bir olumlu rol üstlenemiyor. Yıllar içinde ‘yıkıcı tercihler’, ‘yapıcı diplomasi’ üretilmesini bloke ediyor. Irak için söz kardeşlikle başlar ama Türkiye bu ülkeye yardımcı olabilecek imkân ve kanallarını tüketti. İran-Amerikan gerilimi savaşın kıyılarında gezinirken Türkiye kendisini yakabilecek bir senaryo karşısında olağan kapasitesinin onda biriyle bile etkili diplomasi geliştiremiyor. Dökülüyoruz işte!

Dökülüyoruz, tel tel. Bir yalan kaç türlü söylenebilir? Kandırmacanın kaç tonu olabilir? Günde beş vakit kendi rekorunu kıran bir yetenekten sadece korkulur.

Afrin’deki gibi Fırat’ın doğusunda Kürtleri yurtsuz bırakacak şekilde 2 milyon mülteciyi taşımaktan söz eden TOKİ tılsımlı tampon bölge planıyla aylarca iç ve dış kamuoyu oyalandı. Kimse “Ne umduk ne bulduk” diye muhasebe yapmıyor. Çark dönüyor ya neyle döndüğü önemsiz.
 

El Kaide ve IŞİD eskilerinden müteşekkil cihatçılar ordusuna kefil olacak kadar kendinden emin bir savrulmayla İdlib’i gerilimi düşürme bölgesi ilan edip Rusya karşısında taahhütler listesine imza atabiliyorlar. Bu şekilde Türkiye’yi cihatçı örgütlere hami ve Suriye’nin kendi toprakları üzerindeki savaşının asıl muhatabı yapmakta sakınca görmüyorlar. Şimdi iki-üç ayda bir İdlib’i çevreleyen 12 gözlem noktasından birinin kuşatma altında kalmasının gerilimiyle soluğu Moskova’da alıyorlar. Ne yazık ki bunun aşağılayıcı tarafı da rahatsız etmiyor. Türkiye tarihi boyunca son iki yılda Kremlin Sarayı’na çıkıldığı kadar çıkılmamıştır.

Rusya’dan rica ile koparılan ateşkeslerin ömrü birkaç saati geçmiyor. Daha felaketi bütün bunlar, bir diplomasi sihirbazlığı olarak sunuma dönüşüyor.
Türkiye’yi cihatçı otobanına çevirenlerin 9 yıldır yıkmaya çalışıp lanet okudukları Baasçı sistemin tecessüm etmiş hali Tuğgeneral Ali Memluk, Moskova’da MİT Başkanı Hakan Fidan’la masaya oturuyor. Ve üç kritik şey söylüyor: Türkiye Suriye’nin egemenliğini ve toprak bütünlüğünü tam olarak tanısın; askerlerini ve milislerini Suriye’den çeksin; Soçi’de söz verdiğiniz gibi İdlib’i terör örgütlerinden arındırıp M-4 ve M-5 karayolunu açsın. Buyurmanın yönü nasıl da hızla değişiyor!

Zehir küpü hamasetle sefere çıkanlar sefaletle dönüyor.

Suriye’de fırtına biçme vakti gelip çatınca dikkatler ustaca Libya’ya yönlendiriliyor.

Suriye’de milislerimiz var ya onlar hazır kıtalar, hemen Libya’da çözümün ‘cengaverleri’ oluveriyor. Cengaverlik lafın gelişi; Libya’ya gidenler için konumuna göre aylık 1800-2500 dolar arasında maaş, dönüşte de Türk vatandaşlığı garanti! Sonra belki nasiplerine, son zamanlarda yasal güvenlik güçlerini yetersiz bulan Erdoğan’ın kafasındaki ‘rejim muhafızlığı’ düşer.

***

Bir acayip Libya hikayemiz var: Muammer Kaddafi’den insan hakları ödülü almış, “NATO’nun Libya’da ne işi var” tavrıyla babayiğit kesilmiş, sonra NATO müdahalesinin ana karargahı olmayı içine sindirmiş, haliyle birkaç ay öncesine kadar övgüler dizdiği Kaddafi’nin linç ile ortadan kaldırılmasıyla sonuçlanan komplonun parçası oluvermiş, Katar ve BAE’nin silah ve dolar yüklü uçaklarıyla gelen ‘lanet devrim’ vekalet savaşına dönüşünce İslamcıların tarafını tutmuş, 2014’te seçilmiş meclisi tanımayan mızıkçılara el vermiş, sonra Ulusal Mutabakat Hükümeti BM’de oldubittiyle tanınınca “Ben meşru hükümete destek oluyorum” diyerek yasadışı iştigale kılıf geçirmiş, silah dolu gemiler, zırhlı araçlar, İHA’lar, MİT’in operasyonlarıyla Trablus’taki İslamcılara kalkan olmaya devam etmiş…

En nihayetinde bu yasadışılığı temize çekmek için 27 Kasım’da Trablus hükümetiyle iki anlaşma yapıldı. Biri askeri işbirliği anlaşması, diğeri deniz yetki alanlarını belirleyen anlaşma. “BM’nin tanıdığı hükümetle yaptık anlaşmayı, bu iş tamamdır” diyorlar. İçleri rahat. Ancak BM’nin yetkili parlamento olarak tanıdığı Temsilciler Meclisi hem bu anlaşmaları hem Trablus’taki hükümeti reddediyor. Sonuçta onay makamı bu meclis.

Bu anlaşmalarla “Doğu Akdeniz’deki büyük oyunu bozduk” diye efsane satıyorlar.

Sahi bozulan nedir? Tezkerenin meclisten geçtiği 2 Ocak’ta Yunanistan, İsrail ve Kıbrıs Cumhuriyeti Avrupa’ya doğal gaz taşıyacak EstMed hattı için el sıkışıp imzaları attı. Bertaraf edilen bu inisiyatif midir?

8 Ocak’ta da Fransa, Yunanistan, Mısır ve Kıbrıs Cumhuriyeti dışişleri bakanları Kahire’de buluşup Libya ile yapılan anlaşmaları geçersiz ilan eder deklarasyon yayımladı. Türkiye’nin tecridi mi kırıldı?

Mısır Cumhurbaşkanı Abdülfettah el Sisi, Libyalı taraflar Moskova’dayken “Kadir 2020” askeri tatbikatıyla caka satıyor. Hafter’in taraftarları geri adım mı attı? Aksine daha da kızıştılar.

Sahada durum tersine mi döndü? Aksine Sirte düştü. Onlarca şehirden kabile reisleri Bingazi’de toplanıp Türk askeri müdahalesine ‘işgal’ diye karşı çıktı. Trablus’ta kendi kaderlerini Türkiye’nin askeri desteğine bağlamış gruplar Libya’nın geri kalanında nefret figürüne dönüşürken Türkiye işgalci damgasını yiyor!

Bozulan bir şey yok. Suları köpürten ve bütün tarafları kışkırtan hamleler var.

***

Anlaşmaları geleceğe taşımak için Trablus’taki İslamcıların zafere taşınması lazım. Mantık böyle işliyor. O yüzden de Meclis’ten tezkere geçirildi. Peki ne oldu? Kapsamlı ve sonuç alabilecek bir askeri müdahalenin olabilirliğinin olmadığı anlaşıldı. Zaten tezkereden önce Türkiye askerleri, istihbaratçıları ve teknik kadrolarıyla bu savaşın içindeydi. 40 asker oldu 80. Muharip güç olarak da Trablus’a Suriye’den milisleri sürmek gibi bir plan devreye sokuldu. İşte bu minvalde Trablus cenahını zafere kavuşturmayı azmetmişken Sirte’yi de Halife Hafter’in Libya Ulusal Ordusu’na kaptırdılar.

Yine döndüler Kremlin kapısına. Erdoğan’ın her macerası Rusya lideri Vladimir Putin’in Meryem Ana’ya şükran duası etmesine vesile oluyor. Putin’in yapacağı iyilik Moskova’da tarafları toplamaktı. Başardı da. Mısır ve BAE liderleriyle görüştü. Hafter istemeye istemeye Moskova’ya gitti. Dolaylı müzakerelerde masada Türkiye adına Savunma Bakanı, Dışişleri Bakanı ve MİT Başkanı vardı. Yani ‘darbeci’ Hafter artık muhataptı. Halbuki birkaç gün önce “Türkiye neden arabulucu olmuyor” diyen muhalefete “Yav, bir tarafta darbeci var, bir tarafta meşru hükümet var. Meşru hükümetle darbeci arasında arabulucu olunur mu?” diye uluslararası hukuk dersi veren Erdoğan değil miydi?

Saray’ın külahsızlarına bakarsanız Türkiye’nin kararlılığı diplomasinin önünü açtı. İyi de netice ne? Hafter önüne konulan anlaşmayı imzalamadan Moskova’dan ayrıldı. Erdoğan ve Putin’in çağrısıyla olumlu karşılanmış ateşkes de duman oldu. Elbette süreç bitmedi, yeni masa 19 Ocak’ta Berlin’de kuruluyor.

İddia o ki Hafter, Türkiye’nin arabuluculuğunu reddettiğini Ruslara söylemiş. Arap kanallar ise Hafter’in şu talepleri kabul edilmediği için masadan kalktığını öne sürüyor:

“Libya Ulusal Ordusu Trablus’ta konuşlanmalı; Suriye’den getirilen milisler gönderilmeli, Türkiye askeri unsurlarını çekmeli; ateşkesi gözetleyecek uluslararası güçte Türkiye yer almamalı, Trablus’taki silahlı gruplar dağıtılmalı, Libya Ulusal Ordusu’na terörle mücadele görevi verilmeli; yeni bir mutabakat hükümeti kurulup Temsilciler Meclisi’nin onayına sunulmalı.”

Erdoğan şimdi Hafter’e dersini vermekten söz ediyor. Fakat Suriye’de olduğu gibi inisiyatif kullanma hakkını da Putin’e devretmiş gözüküyor. Savunma Bakanı Hulusi Akar’ın “Libya’da muhatabımız Ruslardır. Putin’in çalışmalarının sonuçlanmasını bekliyoruz” diyor. Çok açık sözlü! Suriye’de muhatap Ruslar, Libya’da da öyle. Elbette Rusya’nın çok kapsamlı Orta Doğu ve Kuzey Afrika siyaseti Moskova’ya inisiyatif kanalları açıyor ama bu muhataplık önemli ölçüde arkası getirilemeyen hesapsız-kitapsız hamleler nedeniyle oluştu.

Yine de lafın en alâsı burada; “Barbaros’un yadigârı, Osmanlı mirası Libya’ya kayıtsız kalamayız.”

Söz “Arap’ı, Berberi’si, Amazig’i, Tuareg’i, Köroğlu Türk’üyle, Libya’daki tüm bu kardeşlerimize karşı tarihi sorumluluklarımızın farkındayız” diye başladığında artık “Hamaset” deyip üstüne de yatamıyoruz. Çünkü bu laflarla tezkereler çıkıyor, düşmanlıklar ilan ediliyor, geçmişinde El Kaide olan kişiler müttefik olarak kolumuza giriyor. Kofluğun bedeli olmazsa cehalete verirsiniz ama değil işte! Arap’ı, Berberi’yi, Amazig’i, Tuareg’i boş verelim, kendilerini Osmanlı Türkü olarak gören Köroğlular bile Erdoğan’ın Libya siyasetinden mutsuz, tepkili, hatta öfkeli. Benim konuştuğum birkaç Köroğlu evladı var; diyorlar ki, “Eğer bir Köroğlu, Müslüman Kardeşler’le bağlantılıysa Erdoğan onlarla çalışıyor, yoksa bizi muhatap alan yok.”

İsimlerini bile veremiyorum çünkü Erdoğan’ın desteklediği İslamcılar tarafından öldürülmekten korkuyorlar.

***

Türkiye kendisini kuşatan ateş çemberinde barışı mümkün kılacak herhangi bir olumlu rol üstlenemiyor. Yıllar içinde ‘yıkıcı tercihler’, ‘yapıcı diplomasi’ üretilmesini bloke ediyor.

Irak için söz kardeşlikle başlar ama Türkiye bu ülkeye yardımcı olabilecek imkân ve kanallarını tüketti. Bir şey yapamıyor. İran-Amerikan gerilimi savaşın kıyılarında gezinirken Türkiye kendisini yakabilecek bir senaryo karşısında olağan kapasitesinin onda biriyle bile etkili diplomasi geliştiremiyor.

Dökülüyoruz işte! En iddialı olduğumuz alanlarda iş, Putin’in bizim için yapacağı iyiliklere kalmış.

Yine de yaz kâtibim; “Başkan ve adamları efsane işler çıkartıyor.”