Ayasofya açılmalı mı?

İslam Özkan 8.06.2020 08:38:16
Dindar kitlelerin 70’li yıllardan itibaren dillendirmeye başladığı Ayasofya’nın yeniden ibadete açılması talebi, yok sayılan, kimliksizleştirilen, dindar kimliği nedeniyle değersizleştirilen kitlelerin, üzerinde çok da düşünmeden geliştirdikleri altı boş bir tepkiydi. Hâlbuki 80’li yılların başından itibaren muhafazakâr-milliyetçi bir hareket noktasından giderek uzaklaşmaya başlayan Müslüman gençlerin bu talebi daha devrimci bir İslami perspektifinden gözden geçirmeleri beklenirdi. Zira Müslümanların bir beldeyi fethettiklerinde (fetih meselesi de ayrı bir tartışmayı gerektirir) oranın en büyük mabedinin camiye dönüştürülmesi geleneği, hangi İslami referans ve ilkeye dayanmakta, meşruiyetini hangi nasstan almaktadır? 

Muhafazakar-milliyetçi dönemden kalma bu sloganların uzun bir sorgulama ve yoklama sürecinin ardından terk edilmesi beklenirdi. Aslında İslamcılık bunu 90’lı yıllarda kendi dar çerçevesi içerisinde yapmaya çalıştı. Osmanlı’nın, İslam hukukunun özü olan adalet ilkesine ne ölçüde riayet ettiği hep sorgulanırdı. Ancak bu faaliyet maalesef, 28 Şubatçı anlayışın iktidara taşıdığı AKP döneminde kesintiye uğradı. 

Her şeye rağmen dini ve entelektüel arka planı zayıf bu talep yine de muhalif bir arka plandan hareket ettiği, bastırılmış kimlik taleplerinin bir aksi sedası olduğu içindir ki meşru görülmese bile mazur görülebilirdi.  Ancak bu konunun mevcut iktidar tarafından kullanışlı bir alan olarak görülmesinin de gösterdiği gibi konu ulvi dini alandan süfli politik alana taşınmış, iktidar politikalarının araçsallaştırıcı yaklaşımına maruz bırakılmıştır. Bu yüzden de artık bu talebin hiçbir meşruiyeti kalmamıştır. Nitekim ne Peygamber’in (s.a.v.) ne de sahabenin pratiğinde kiliselerin camiye dönüştürülmesinin yeri olmadığı gibi Muhammedî İslam’ın bu konuda Emevi, Abbasi, Osmanlı pratiğini reddeden bir anlayışı temsil ettiğini söyleyebiliriz. 

Muhafazakâr bir din anlayışına yönelik sorgulama sürecinin kesintiye uğraması, aslında AKP’nin İslami hareketi ve İslamcılığı çalmasının, buna hiç hakkı olmadığı halde İslami değerleri sahiplenmeye ve ona yön vermeye çalışmasının bir sonucuydu. Tabiri caizse kendine meşruiyet zemini sağlayacak bir din algısı oluşturma, AKP’nin temel hedefiydi, o toplumsal/ahlaki değerlerle oynadığı gibi İslami değerlerle de oynadı. İslamcılık yeniden bir muhafazakârlaşma labirentinin içine sokularak iktidarın yedeğine koşuldu. 

Sorgulama ve milliyetçi kirlerden arınma ameliyesinin AKP iktidarıyla birlikte kesintiye uğramasının asıl nedeni biraz da buydu. AKP’yi kuran iradenin hatırına, muhafazakâr değerlerin İslami değerlere baskın çıktığını, hatta toplumsal dindarlığı içten içe çürüten bu anlayış tarafından teslim alındığına tanık olduk. Bu, dini, muktedirin işine gelecek şekilde yorumlama eyleminin doğal bir sonucuydu. Ayasofya’nın ibadete açılması talebi de aslında bu muhafazakâr sağcı anlayışın bir ürünüydü. Nitekim ülkücü gençlerin Ayasofya eylemlerine aktif desteği, hatta zaman zaman bağımsız gösteri düzenlemeleri, artık bu talebin İslamcılardan çok milliyetçi-muhafazakârlığın talebi olduğunu göstermektedir. 
Gelelim işin tarihsel boyutuna…..Fatih Sultan Mehmed’in ya da yükseliş devrindeki sultanların yaptıkları İslam’a mal edilecekse, Fatih’in evlat katlini tecviz fermana uygun olarak katledilen onlarca şehzadeye reva görülen muameleyi ne yapacağız? Fatih’in bu uygulamasını meşru ve haklı gören bir anlayışın, sahabeyi katleden Muaviyeci siyasetin izini süreceksek eğer, kuracağımız toplumsal ve siyasi düzeni bu Makyavelist ilkeler üzerine inşa mı edeceğiz?

Ayrıca İslam’ın evrensel adalet anlayışının takipçileri olan bizler için ölçü, Fatih’in yaptıkları olamaz. Fatih’in tarihi değeri, hükümdarlığı, bilime düşkünlüğü, bilginlere değer vermesi, çok dil bilmesi, entelektüel bir padişah olması, askeri dehası vs. bunlar zaten döneme ilişkin oldukça ayrıntılı araştırmalar yapan tarihçilerin teslim ettiği hususlar. Ancak bütün bunlar Fatih’in İslam’ın kurucu ilkeleriyle çelişen pratiğinin, İslam’ın siyasî ilkelerini ayaklar altına alan fermanlarının da otomatik kabulü anlamına gelmez, gelmemeli. Zira Osmanlı’ya kişiler, padişahlar üzerinden değil sistem üzerinden bakılmalı. Odaklanılması gereken nokta, hukuk ve din ilişkisinin doğru bir şekilde kurulup kurulmadığı olmalıdır. Bu minvalde bakıldığında ise karşılaştığımız tablo şuydu: Ahvali şahsiye dediğimiz evlenme, düğün, cenaze, doğum vs. gibi alanlar İslam hukuku çerçevesinde tatbik edilse de siyaset alanı bunun dışında bırakılıyor, toplum şeriata tabi kılınırken yönetim kendisini bundan azade görüyordu. 

İslam fıkhında yer alan ve daha çok şeriatın hakkında kesin bir şey söylemediği alana ilişkin geliştirilen örfi hukuk kavramsallaştırılmasını ödünç alan padişahlar, bunu İslam hukuku aleyhine genişleterek Makyevelci bir siyaset anlayışını meşrulaştırmak, İslam'ın yasakladığı konularda kendilerine alan açmak için kurguluyorlardı. Örfi hukuk, aslında Schimittçi siyasete uygun olarak istisnayı belirleyen egemenin hukukuydu. Bu anlamda devleti en üstün ilke ve tarihin tözü olarak gören Hegelci anlayışın temellerini oluşturan Hobbes’un Leviathan olarak tarif ettiği, hukuku siyasete tabi kılan, her şeye egemen bir devlet anlayışına daha yakın olduğu söylenebilir. Muhafazakar kafanın siyaseti tanrısallaştıran devlet-ebed müddet anlayışı; istişareyi, nasihatleşmeyi, dayanışmayı öğütleyen, ısırıcı saltanatın İslam’ın başına bela olacağını yıllar öncesinden öngören Resul’ün (sa.v.) çizgisi olamaz, ona mal edilemez.