Burak Bilgehan Özpek: Türkiye'de Kurumlar Hiç Bu Kadar Zaafa Uğramamıştı

İslam Özkan 17.02.2020 18:44:08
Burak Bilgehan Özpek, şahsiliğin son dönemde giderek bütün kurumları etkisi altına aldığına ve kurumsallaşmada yaşanan zaaflara işaret ediyor. Kendisiyle bu çerçevede Türkiye’nin demokratikleşme serüvenini, Kemalizm’e ilişkin otoriterlik tartışmalarını, Türkiye’nin içinden geçmekte olduğu otoriter süreci ve ülkenin modernleşme macerasını konuştuk.

Türkiye’de hukuk, adalet ve özgürlükler konusu her zaman sorunlu oldu ancak siyaset bilimciler, ülkede son on yıldır yaşananın çok farklı bir şey olduğu konusunda hemfikir. Buna kimileri rekabetçi otoriteryanizm kimi seçimci otoriterlik tanımını kullanmayı tercih ediyor. Ancak öyle görünüyor ki bir partinin politika alanının neredeyse tamamını işgal etmesi nedeniyle ortada rekabet de kalmamış durumda. Bu anlamda bakıldığında ülke kurumsallaşma anlamında en zaaflı dönemini yaşıyor. Halbuki Osmanlı’nın son dönemlerinde Tanzimat ve Islahat fermanlarıyla başlayan sürecin ereği, kurumsal bir yapı inşa etmekti. Son on yılda yaşananlar ise kurumsallaşma anlamında Tanzimat’ın bile gerisine düştüğümüzü gösteriyor. Bu süreç bu şekilde devam ederse Türkiye’de modernleşme hikayesinin hazin bir sonla bitmesi hiç de şaşırtıcı olmaz.

Burak Bilgehan Özpek

ESKİ DEVLET ÇOK CAN YAKTI AMA EN AZINDAN BİR DÜZEN KURMAYI BAŞARDI

“Yeni Türkiye” öncesi dönemdeki Türkiye’deki siyasal rejimi nasıl tanımlıyorsunuz? Askeri vesayet rejimi (Proteryan) olduğunu mu düşünüyorsunuz yoksa kendinize has bir tanımlamanız mı var?

Ben eski-yeni Türkiye ayrımı yapanlardanım. Ancak buna ilişkin tanımı, Weberyen bir yaklaşımla yapmayı tercih ediyorum. Çünkü bana sorarsanız Türkiye’de yaşanan önce aşırı demokratikleşme sonra aşırı otoriterleşme dalgasının nedeni, AK Parti ile birlikte Weberyan devlet olgusunun ortadan kalkmış olmasıdır. Weberyen modern devlet, kişilerden bağımsız bir şekilde kendi kurumsal kimliği olan ve yasal çerçevenin hâkim olduğu, siyasetçilerin kişiliklerinin dışında bir organizma gibi işleyen bir devlettir. Bu aynı zamanda bizim modern devletimizin de çıkış noktasıdır. AK Parti’den önce bu devlet, tamamen bütün vatandaşları kuşatan teknik bir devletten bahsedilemese de, bazı özellikleriyle vardı. En azından ordunun normal ve istisnai şeklinde yaptığı ayrım içerisindeki insanların kanun hâkimiyeti altında yaşadığını görüyoruz. Bu tanımlamada Kürt ve İslamcı partiler normal dışıydı. Normal kabul edilen partilerin kendi arasındaki ilişkileri düzenleyen yasal çerçeve, açıkçası bir eşitlik sağlıyordu. DSP ile ANAP ya da MHP ile DYP gibi partiler arasındakilerden birinin siyaseti domine etmesine izin verilmezdi. Sistem içerisindeki egemen, orduydu ve ordu da meşruiyetini sandıktan almıyordu. Kerameti kendinden menkuldü. Meşruiyetin kaynağı kendisiydi ve neyin normal neyin istisna olduğuna karar verme tekeli de ona aitti. İstisnaya karar verme düzeneğindeki akış da size bir şekilde normali de düzenleme yükümlülüğü veriyor. Eski devlet, çok fazla insanın canını yaktı ama canını yakmadıkları arasında bir düzen kurmayı başardı.

Bu rejimin adı neydi peki?

Çok zorlanıyorum adını koymaya… Bir vesayet kavramı olduğunu kabul ediyorum asker tarafından korunduğunu ve kollandığını da kabul ediyorum. Ancak askerin siyasi bir aktör yerine bir güvenlik kurumu olarak işlediğini de düşünmemiz gerekiyor. Bizim siyasi literatürümüz askeri, sürekli güç kapasitesini artırmak ve iktidara müdahale etmek isteyen bir aktör olarak tanımlıyor. Ancak olaya farklı yaklaşan ve askerin siyasete müdahalesini kendi güç beklentisi için değil de ülkenin güvenliği için gerçekleştirdiğini düşünen başka bir teori de var. Ben bunlar arasından birini tercih etmek zorunda bırakılmak istemiyorum.

Peki yeni rejimin adını koyuyor musunuz?

Evet yeni rejimin adını “popülist otoriterlik” olarak koyuyoruz.

ERDOĞAN, KENDİ ALANINI DARALTACAĞI İÇİN KURUMSALLAŞMAYA KARŞI

Rekabetçi otoriteryenlik olduğunu düşünmüyorsunuz o zaman?

Şayet otoriterlik siyasal özgürlüklerin ve bu alanın kısıtlanması ise, bir önceki rejimin otoriterlik barındırdığını söyleyebiliriz. Çünkü ciddi anlamda ideolojik fraksiyonların hareket alanı kısıtlanıyor ama öte taraftan da normal içerisindeki rekabet de devam ediyor. Aslında rekabetçi otoriterlik kavramı bir önceki rejime çok daha uygun bir kavram. Şu anda yaşadığımız şey otoriterlik fakat, bu otoriterliğin siyaset biliminde görmüş olduğumuz otoriterliklerden de farkı var. Örneğin Doğu Avrupa, Çin Halk Cumhuriyeti ya da Putin’in kurduğu otoriter rejimler, farklı bir şey. Burada otoriteler, kurumlar üzerinden yükselirken Erdoğan rejiminin kurum inşa ederek otoriterleşmesi şeklinde bir eğilimi de yok. Erdoğan, kurum inşa etmekten son derece çekiniyor. İnşa edilen kurumların kendi özerkliklerini ilan edeceğini ve liderin manevra alanını daraltacağını düşünüyor. Baskının şiddetin ve ihlallerin keskin ama geçici olduğu kanaatindeyim.

KRONİK SORUNLARI ÇÖZEBİLECEĞİ DÜŞÜNÜLEREK AK PARTİ’NİN BÜTÜN GÜCÜ ELİNDE TOPLAMASINA DESTEK VERİLDİ

Peki Türkiye aşırı demokratikleşmeden aşırı otoriterliğe geçişi nasıl gerçekleştirdi? Pek görülmeyen bir şey bu herhalde öyle değil mi? Bir de bir yazınızda buna ilişkin analizlerdeki zaaflardan bahsediyorsunuz…

Bunların kurumsal temelinin olmaması bence asıl meseleydi. Türkiye demokratikleşti, AB reformlarını yaptı. Bunlar birçok kimse tarafından kurumsal düzenlemeler gibi algılanmaya başlandı. Fakat bunları yapabilmesi için biz bir siyasi partiye haddinden fazla güç ve biriciklik atfetmeye başladık. Türkiye’deki asıl mesele, demokratik rekabetin var olmasından ziyade, bütün aktörler arasında ‘demokratik, liberal ve evrensel değerlere bağlı olan tek bir parti var’ düşüncesi yaygınlaştı. Siyasi rekabeti yok etme pahasına bu partiyi iktidarda tutma gibi bir mücadele başladı. Bu da AK Parti’nin gücü konsolide ederken attığı adımların eleştirilmemesi ve haddinden fazla güçlenmesini getirdi. AK Parti askeri vesayetle mücadele edebilmek için, örneğin kamu kaynaklarını kullanarak medya satın almaya başladı.

Açıkçası bu süreç 2007’de başladı. Birçok liberal ve demokrat buna sesini çıkarmadı. Halbuki ortada, mücadele edilen aktörün –ki bu askerdir- kimliğinden bağımsız bir şekilde kendi gücünü de bir yandan konsolide eden bir aktörün varlığı söz konusuydu. Bu görmezden gelindi. Bu süreç, “sadece askeri gücü elimine eden ve siyasi gücü elinde tutan son derece güçlü sivil bir iktidar Kürt sorunu vs. gibi kronik sorunları çözebilir” gibi bir anlayışa evrildi. Ve bütün bunlarla birlikte AK Parti’nin bütün gücü elinde tutmasına rağmen ülkeyi demokratikleştiremedi, Kürt sorununu çözemedi. Bu süreç AK Parti’nin sadece güç için yaşayan bir parti olarak karşımıza çıkmasını beraberinde getirdi. Daha sonra bu kültür, güvenlikçi politikalara inkılap etti. Biz buna seyirci kaldık.

SİYASİ AKTÖRLERE SİYASETİN DIŞINDA BİR ANLAM ATFETMEMEK GEREKİYOR

.

Peki buradan “hiçbir kurumu, hiçbir kişiyi denetleyemeyecek kadar güçlenmesine izin vermemek gerekir, hatta bu güç aktörler arasında ne kadar dağıtılırsa tek bir kişi ya da partinin elinde toplanmazsa o kadar iyi olur” gibi bir sonuca ulaşmalı mıyız?

Bunun birkaç boyutu var. Birincisi, siyasi partilere onların güç için mücadele eden kurumlar olduğunun farkında olarak bunun dışında ve ötesinde bir anlam atfetmemek gerekiyor. Sonuç itibarıyla Recep Tayyip Erdoğan her siyasi aktör gibi daha fazla güç elde etmek isteyen bir aktördür. Bunun ötesinde destekçilerinden ya da muhaliflerinden Erdoğan’a atfedilen olumlu ya da olumsuz bir sıfat olunca bu siyaseti rayından çıkartıyor.

Erdoğan’ın rayından çıkmasına neden olan şey aşırı halk desteği mi oldu?

Aşırı halk desteği evet, ama aynı zamanda aşırı halk nefreti. Erdoğan’ın bir siyasetçi olarak övülmesi ya da eleştirilmesinden uzaklaşıldı ve başka meseleler devreye girdi. Kişisel korkularını Erdoğan’la özdeşleştiren kesimler, siyaset sahnesini domine ettiler. Dolayısıyla ortada rasyonel siyasi tartışmadan ziyade, bir kimlik savaşı yaşanmaya başladı.

MUHALEFET 2002 VE SONRASINDA TOPLUMSAL DEĞİŞİM TALEBİNİ ALGILAYAMADI

Yine sizin bir yazınızda değindiğiniz AK Parti içerisinde bir metafizik akıl ve bu siyasi aklın kurguladığı bir proje var, ve bu akıl o projeyi gerçekleştirmeye çalışıyor gibi bir yaklaşımı eleştiriyorsunuz. Aslında AK Parti ve onun lideri güç elde etmeye çalışan bir aktör ve bölgesel, yerel ve uluslararası olaylarla etkileşim içerisinde kendi doğallığında ilerleyen, işine geldiğinde demokrat işine geldiğinde otoriter olan bir siyasi aktörden başka bir şey değil.

Tabii son döneme kadar ben, muhalefetin de siyaset yapmaya niyetli olmadığını düşünüyordum. Erdoğan aslında son derece pragmatik bir aktör. Ve her pragmatik aktör gibi gücü aşırı derecede merkezileştirmeye çalıştı. Fakat Erdoğan siyasete girdiğinde bu kadar güçlü değildi. Siyasette rakiplerini yenerek ve her zaferinin üzerine başka bir hikayeyi inşa ederek bu kadar güçlü hale geldi ve bu isteklerini gerçekleştirirken muhalefetin tavrı da buna çok yardımcı oldu.. Çünkü muhalefetin 2002 senesinde anlamadığı şey, gerçekten toplumsal değişim talebi vardı ve bu talebin hangi kurumlarla karşılanacağı belli değildi. Kurum inşa etme sürecinde farklı siyasi aktörler birbiriyle diyalog kurmadıkları için, yani CHP, AK Parti ile diyalog kurmadığı için, AK Parti’ye desteğini koşullandırarak sunmadığı ve sürekli sert bir muhalefet tavrı içerisinde olduğu için CHP’nin uğradığı her hezimet, onun elini güçlendirdi ve daha radikal bir duruş sergilemesi için cesaretlendirici oldu.

KILIÇDAROĞLU AK PARTİ’YLE İLETİŞİM KURMAK İSTEDİ AMA ERDOĞAN DUVARINA ÇARPTI

Burada muhalefetin, AK parti’nin AB’ci bir çizgide olduğu dönemde de AB’ye tam cephe aldığı dönemde de meseleyi total bir muhalefetle göğüslemesinin de bu sizin bahsettiğiniz süreçte etkili olduğunu ve AK Parti’nin elini güçlendirdiğini söyleyebilir miyiz?

Şu anda CHP’nin çizgisi bir devamlılık içermiyor. Bir farklılık söz konusu. Mesele sadece AK Parti’nin karşısında konumlanmak değil, AK Parti’nin karşısında nerede konumlanacağını bulma meselesi. Baykal’ın CHP’si evet Erdoğan’ın temsil ettiği değişim talebiyle uzlaşabilir ve bunu daha sağlıklı kurumlar üretmek için bir fırsata çevirebilirdi. Çok kategorik bir karşıtlık içerisinde oldu. Öte taraftan Kılaçdaroğlu CHP’si gerçekten AK Parti ile iletişim kurmak istiyor.

En azından tabanıyla….

Tabanıyla da elitlerle de iletişim kurmak istiyor Kılıçdaroğlu. Çözüm sürecine ilk destek veren aktörlerden biri Kılıçdaroğlu’ydu. Meseleyi siyasetin ve parlamentonun konusu haline getirmek istedi ve onu ilk tersleyen R. Tayyip Erdoğan oldu. Baykal dönemiyle Kılıçdaroğlu dönemi arasında siyaset yapma isteği bakımından oldukça önemli bir fark var. Siyaset yapmadan merkeze gelmenin mümkün olmadığının farkında.

ERDOĞAN SADECE TÜRKİYE’Yİ DEĞİL AK PARTİ’Yİ DE OTORİTERLEŞTİRDİ

Hikayenin bir de AK Parti içerisinde güç ayrışması boyutu var. Erdoğan’ın parti içindeki bütün rakiplerini tasfiye etmesi, Davutoğlu’nu Abdullah Gül’e karşı kullanması vs. Türkiye’nin otoriterleşmesinde bu parti içi ayrışmanın rolü ne oldu?

Otoriterleşme sadece devlet bürokrasisindeki kurumsallığa değil, parti bürokrasisindeki kurumsallığa da karşıdır. Dolayısıyla popülist otoriterlik genelde parti yapısı zayıflamış, gatekeeper (kapıyı tutan) insanların elimine edildiği liderler üzerinden ilerler. Erdoğan Türkiye’yi otoriterleştirirken AK Parti’yi de otoriterleştirdi. Demokratikleşme çalışan akademisyenler için aslında bu bir alarm zili. Parti içinde tek adamlık söz konusuysa ülkeye de bunun birtakım yansımaları olacaktır. Tam da bu nedenle Davutoğlu ve Babacan gibi ideolojik tutarlığı olan aktörlerin AK Parti’den dışlandığını görüyoruz. İçeride kalan ekol ise Erdoğan tarafından temsil edilen herhangi bir ideolojik takıntısı olmayan, ve devamlı skala üzerinde sağa sola savrulan bir nokta bu.

KEMALİSTLERİN NİHAİ AMACI OTORİTER BİR REJİM İNŞASI DEĞİLDİ, DEMOKRATİK BİR YÖNETİM KURAMADIKLARI İÇİN UTANÇ DUYUYORLARDI

Kemalist ideolojinin ikinci baharını yaşadığını düşünüyor musunuz? Şayet böyleyse otoriter bir yönetime yine otoriter bir ideoloji olan Kemalizm’le karşılık verilmesini nasıl buluyorsunuz?

Kemalizm’in bir ideoloji olduğunu düşünmüyorum. Ama Kemalizm’in temsili otoriter oldu ve otoriter gruplarca temsil edildi. Kemalistlerin ya da Kemalizm’in hedefi otoriter bir rejim inşa etmek miydi ondan emin değilim. Ama Ergun Özbudun Hoca’nın dediği gibi Kemalistler bir türlü demokratik bir yönetime geçememenin utancını her zaman yaşadılar. Demokrasiye geçemediler ama bunun yanlış bir şey olduğunun farkındaydılar ve nihai anlamda istedikleri bu değildi.

ATATÜRK, TÜRKİYE’Yİ KOMİTALAR İTTİFAKIYLA YÖNETMEYE ÇALIŞAN BİR ANLAYIŞTAN KURTARDI

Bu çok şey değiştirir mi?

Çok şeyi değiştirir. Birincisi amaçları açısından mesela ben Erdoğan’ın Türkiye’de kurmak istediği sistemin çok partili hayat olduğunu ya da Batı demokrasisine benzeyen bir ülke yaratmak istediğini düşünmüyorum. Ama 1920’lerin kadroları için aynı kanaatte değilim. Bence Kemalistlerin başardığı en önemli şeylerden biri, Türkiye’yi bir komita ittifakıyla yönetilen bir ülke olmaktan çıkartıp kurumsal bir devletin nihai otoritesinin tesis edilmesiydi. Türkiye ve Ortadoğu’ya baktığımızda ise, Lübnan’da teknokratlar tarafından oluşturulmuş bir hükümet talebi var. Yani kurumsal bir devlet talebi var. Çeşitli nüfuzlu kesimlere pay ayıran bir hükümet yerine daha vatanı esas alan bir devlet talebi var. Irak’ta da bu devlet talebi var. Kötü yönetim pratikleri bizi 1920’lerin o Kemalist makinavari mekanizmasına götürüyor, onu arıyoruz. Bununla beraber 1920’lerin pozitivizmi yani hayatı bilimin esaslarına göre tanzim etmek, biraz daha kadını ön plana çıkartma, daha şehirli tarafları ön plana çıkarma şu anda rağbet görüyor diye düşünüyorum.

Buradan muhafazakârlığa geçelim isterseniz. Siz bir düşünsel yönelim ya da bir siyaset yapma biçimi olarak muhafazakârlığın (Buna İslamcılığı da eklemek mümkün) özü itibarıyla otoriter olduğunu düşünenlerden misiniz? Yoksa aslında muhafazakarlığın özgürlük ve adalet arayışının olduğunu ama bu dönemde otoriter bir el tarafından maniple edildiği için böyle bir görünüm arz ettiğini mi düşünüyorsunuz?

Ben özcü bir yaklaşım içerisinde değilim. Sosyalizm içerisinde de başka ideolojiler içerisinde hem otoriter hem de çok daha kentli, özgürlükçü ve demokratik eğilimler var. Hiçbir eğilimi tek bir ideolojiye indirgemek mümkün değil. Bu sosyalistler, muhafazakârlar ve milliyetçiler için de geçerli. Çizgiyi burada ideolojiler arasında değil, ideolojiyi savunma yöntemi açısından çizmek gerekiyor.

Bunları bastırmanın yolu, yoğun bir halk desteği sayesinde insanları vasatlaştırma, ortalama insanın gücünü organize ederek bu şehirli çıkışı bastırmak oldu. Muhafazakârların başına gelen de bu.

ANİ GELİŞMELERE VERDİĞİMİZ TEPKİ, KİMLİĞİMİZİ BELİRLER

Korku meselesi demişken, analizlerimize uluslararası ilişkiler bağlamında (dış müdahale korkusunu) da katmamız gerekiyor sanki? Onu otoriterlik eğilimini güçlendiren kişisel otoriter arzularının ve eğilimlerinin dışında anormal uluslararası kontekstin de katkısı oldu mu sizce? Arap Baharı, 15 Temmuz darbesinin arkasında Amerika’nın olduğu inancı vs.

Bu analiz Erdoğan’ın hareketlerini açıklamamıza yardım eder ama anlamamıza yardım etmez. Bence zaten liderlerin karakterleri bu kriz anında karşılaştıkları şeylere verdikleri tepkiyle ölçülür. Arap Baharı gibi şok edici bir olayla karşılaşabilirsiniz burada önünüze iki seçenek çıkar: Ya Avrupalı bir devlet gibi Arap Baharı’na yaklaşır süreci dönüştürmeyi ve yumuşak güç sayesinde bir tutum sergileyebilmeyi tercih edebilirsiniz ya da Ortadoğulu bir aktör gibi davranıp sert güç enstrümanlarıyla topla tüfekle de bir tutum ortaya koyabilirsiniz. Ortaya koyduğunuz tepki sizin kimliğinizi belirler. Arap Baharı bunun en tipik örneğidir.

YABANCI ASKERİ MÜDAHALE KISA VADEDE FAYDA SAĞLAR GİBİ GÖRÜNÜR 

Ama sizin bahsettiğiniz o AB’nin de içinde olduğu Batılı devletler zaten Arap Baharı’nda proaktif bir tutum takınıp silahlı grupları desteklemediler mi? Ayrıca ABD’nin Irak işgali ve son süreçte bir devletin üst düzey yetkilisini uluslararası hukuka aykırı olarak askeri bir operasyonla ortadan kaldıran tutumunu unutmayalım.

Evet doğru, TBMM, Irak işgali sırasında tezkereyi reddederek kendi karakterini ve işgale karşı tavrını ortaya koydu. Hatırlarsanız ABD’nin Irak işgaline Almanya ve Fransa başta olmak üzere en çok Avrupa ülkeleri karşı çıkmıştı. Avrupalı devlet tepkisi derken bunu kastediyorum zaten. Savaşmaya çok hevesli olmayan, sorunları güvenlik aygıtlarıyla çözmeyi arzu etmeyen, diyalog ve diplomasi yolunu tercih eden bir tavrı kastediyorum.

Gezi olayları her iktidar için şok edicidir. Aynı olaylar Wall Street’te de yaşanır, Mısır’da Tahrir meydanın’da da yaşanır. ABD’yi demokratik, Mısır’ı otoriter ve Türkiye’yi ise iki arada bir derede bir konuma yerleştiren şey, söz konusu ülkelerin bu olaylara karşı verdiği tepkidir.

YABANCI ASKERİ MÜDAHALELER ÜLKELERİ ÖZGÜRLEŞTİRMEDİĞİ GİBİ TERS ETKİ YAPIYOR

ABD’nin bölgeye müdahalesinin ama özellikle de askeri müdahalesinin bölgedeki ülkeleri özgürleştirmek, hak ve adalet ekseninde birtakım yönetimlerin kurulmasını teşvik etmek yerine tam tersi bir etki yarattığını düşünüyor musunuz?

Türkiye’nin 2002-2010 yılları arasındaki dış politikasına baktığınız zaman, bölgeye yabancı müdahaleye karşı bir tavır aldığını görüyorsunuz. Çünkü bölgeye askeri müdahale olduğu zaman radikal hareketler güçleniyor, Amerikan karşıtlığı tek ideoloji oluyor ve hakikaten makul insanlarının merkez siyasetinin insanlarının sesi duyulmaz hale geliyor. Türkiye’nin bütün meselesi zaten bu makulü ortaya çıkarmak üzerine oldu. Bu süreçte Türkiye hep diplomasiyi kullanmaya çalıştı ve herkesle konuşabilen bir aktör olabildi. Hatırlayın Türkiye, Suriye ile İsrail’i masaya oturtabilen ve Irak’a komşu ülkeler platformunu toplayabilen bir ülkeydi. Bu sayede biraz daha yavaş ama uzun vadede daha etkili bir siyaset izlemek ve aklıselimin sesini yükseltmek mümkün. Ama askeri müdahalelerde belki çok daha hızlı sonuç alıyorsunuz ama bu o kadar zayıf bir sonuç oluyor ki birkaç sene içerisinde çöküp ülke eskisinden beter hale gelebiliyor.

Zahmet edip vakit ayırdığınız için teşekkür ederim.

Burak Bilgehan Özpek kimdir?

Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden lisans, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Mimarlık Tarihi Bölümü’nden yüksek lisans, Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden doktora derecelerini aldı. Doktora sonrası araştırma projesini King’s College Savunma Çalışmaları Bölümü’nde tamamladı. 2011 senesinden itibaren TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. De Facto devletler, çatışma, demokratikleşme, Türk Dış Politikası ve güncel Ortadoğu politikaları üzerine yaptığı araştırmalar Journal of International Relations and Development, Alternatives, International Journal, Iran and the Caucasus, Turkish Studies, Global Governance, Israel Affairs, Middle East Critique ve All Azimuth gibi dergilerde yer aldı. 2017 senesinde Peace Process Between Turkey and the Kurds: Anatomy of a Failure kitabı Routledge tarafından yayımlandı Burak Bilgehan Özpek, Ortadoğu politikaları ve araştırma yöntemleri üzerine dersler vermektedir. Daktilo1984 Hareketi’nin kurucusudur.